Kayıtlar

Öteki nedir?

Kabaca söylemek gerekirse öteki, bir grubun kendini tanımlarken dışarıda bıraktığı kişidir. Farklılığıyla varlığı kabul edilse de eşitliği çoğunlukla reddedilir. Daha sade bir dille ifade etmek gerekirse, öteki bize benzemeyendir. Geçen gün bir arkadaşımın yanına uğradım. Sohbet sırasında yaşadığımız şehirdeki üniversite öğrencilerinin dolmuş paralarının fazlalığından yakındım. Tam o sırada biri bana dönüp, “Sen üniversite öğrencisi misin, niye bu kadar itiraz ediyorsun?” dedi. Ben de şöyle cevap verdim: “Birilerini anlamak için onlardan olmak zorunda değiliz.” Bu söz ağzımdan çıkarken aslında kendime de bir soru sormuş oldum: Gerçekten de birini anlayabilmek için onun yaşadığı sıkıntılardan geçmek mi gerekir? Aynı yolları yürümek, aynı yükleri taşımak şart mıdır? Yoksa empati dediğimiz şey, tam da o yükü taşımadan da yanında olabilmek değil midir? Okuduğum lise devlet parasız yatılıydı; bu yüzden Türkiye’nin dört bir yanından, özellikle de Doğu Anadolu’dan öğrenciler gelirdi. İlk bakı...

Platonik Aşkın Tarihçesi

Aslında bu yazıyı yazmak hiç aklıma gelmiyordu ama bir arkadaşım büyük bir aşk acısı içerisindeydi. Üstelik öyle bir acı ki, ezelden başlamış, sonsuza kadar sürecek türden bir platonik aşk. Platon’dan Günümüze Ben dershanede, Platon’u anlatmadan önce derse ilgi çekmek için platonik aşkın tarihçesini anlatırdım. “Platonik aşk Platon’dan geliyor, biliyor muydunuz?” dediğimde gözlerde bir anlık parıltı olurdu. Antik Yunan’da aşk anlayışı bugünkünden farklıydı. Erkekler eğitim için bir araya gelir, öğrencilik–öğretmenlik ilişkisi ve erkekler arası yakınlık yaygındı. Kadınlar eğitim hayatında yer almadığı için aşk çoğu zaman erkekler arasında yaşanıyordu. Bu yüzden Platon’un aşkı anlatırken verdiği örnekler genellikle erkek figürler üzerinden oluyordu. Bazıları “platonik aşk aslında eşcinsel bir karşılıksız aşktır” diyor. Ama kavramın bugünkü anlamıyla tek taraflı aşk hâline gelmesi çok daha sonra, Rönesans’ta gerçekleşiyor. Platon’un kastettiği aşk, gizli veya karşılıksız aşk değildi. Onun...

Adolescence dizisi

Adolescence dizisini izlediniz mi bilmiyorum ama izlemelisiniz. Türkçeye “Ergenlik” denmiş ve gençlerin çağımızda yaşadığı zorbalığı, hatta cinayete kadar giden süreci anlatıyor. Ama dizi bir yana, kendi deneyimlerime bakınca bunun çok gerçek olduğunu görüyorum. Bir video izlemiştim, biri demişti ki: “Bizim zamanımızda çocuklar böyle değildi.” Hâlâ bunu duyunca içim burkuluyor. Hayır, vardı. Şiddet bir anda ortaya çıkmıyor. Zorbalık yeni bir şey değil, sadece teknolojiyle artık görünür hâle geldi. Çocuklar evden, okuldan, sokaktan etkileniyor. Ben bunu çok iyi biliyorum. Sadece bakmıştım, hiçbir şey yapmamıştım; ama kendimden büyük bir kız, günlerce dayakla beni korkuttu. Taciz edilen çocuk sustu. Babasından azar işiten çocuk sustu. Öğretmeninden dayak yiyen çocuk sustu… Bugün teknolojiyle birlikte bu sessizlik görünür oldu. Ama mesele şiddetin yeni oluşu değil, sessizliğin kırılması. O çocuklar büyüdü, anne baba oldu. Bazıları kendi çocuklarına aynı şiddeti uyguladı, bazıları ise kura...

Sanal zımbırtı

“Dış görünüşe aşırı önem verildiği bir dönemdeyiz, evet… ama neden hâlâ artarak devam eden şey sanal seks?” Her şey görsellik üzerine kurulu. Filtreler, pozlar, estetikler, oran-orantılar… Hepimiz “görünür” olma peşindeyiz. Ama işin tuhafı şu: İnsanlar artık dokunmadan, göz göze gelmeden, hatta gerçek bir fotoğraf bile paylaşmadan birbirine arzulanabilir hale geliyor. Garip mi? Belki. Ama aynı zamanda çok tanıdık. Çünkü sahaya çıkmadan yapılan bir idman gibi bu. Düşünsene, ruhların karşılıklı olarak birbirini hissederek yazıya döktüğü bir sevişme türü bu. Gerçeğinden uzun sürüyor bazen. Daha yoğun, daha kontrol edilebilir. Üstelik bol bol fantezi ve feyiz içeriyor. Neyin mümkün olduğunu, neyin sadece kafanda döndüğünü görüyorsun. Kimi için bir kaçış, kimi için bir deneyim, kimi için de bir özgürlük alanı. Belki de ilk kez biri tarafından sadece arzulanmak değil, “duyulmak” da hoşlarına gidiyor. Kontrol tamamen sende çünkü. İstediğin kadar yakınlaşıyor, istemediğinde kapatıyorsun ekranı...

Olmam Gereken Yer Neresi?

Ben kimim? Nasıl biriyim? İnsanlar nasıl? Biz niye varız? Bazen bu soruların cevabını arıyorum, bazen de pes ediyorum. Bulduğumu sandığımda ise aklıma bir soru daha geliyor: Ya bir gün aklımda sorular kalmazsa? Sanki o zaman eksilecekmişim gibi. Belki de bu yüzden hep bir “olmam gereken yer” arıyorum. Hayatta gözlerimi açtığım o ilk yer mi orası? Yoksa çocukken hayalini kurduğum süslü, masalsı yer mi? Biraz büyüyünce kafamda çizdiğim o “gerçek” mi? İlk kez aşık olduğumda, onunla gitmeyi hayal ettiğim o yer olabilir mi? Mesleğimi seçtiğimde kurduğum, kendimce sağlam sandığım o dünya mı? Yoksa evlenip bir aile kurduğumda, “tamam işte, artık geldim” dediğim yer mi? Ve tuhaf bir şekilde… Kafamın içinde hâlâ bir yere gideceğim, oraya ait olacağım ve orada sonsuza kadar mutlu yaşayacağım düşüncesi var. Bu yaşta bile. Bir yanım bu hayali bırakmak istemiyor; diğer yanım bunun gerçek olmadığını biliyor. Bu serüvende fark ettim ki hayata hep amaçlar koyuyoruz. Bir üniversite kazanmak, bir meslek...

Gitmek İstemediğim Bir Yere Doğru

Eşimin tayini çıktı, Ardahan’a gidiyoruz. Biliyorum, çok büyütülecek bir şey değilmiş gibi geliyor dışardan bakınca: “Ne var canım, sonuçta Türkiye’nin bir ili.” Ama içim içime sığmıyor desem yalan olur. Hani sevinçten değil… tam tersi. Ruhum daralıyor. Ben sosyal biriyim. Muhabbeti severim, insanla iyi anlaşırım. Burada ailem vardı öyle uzak değil, yakın aile. Hani gerçekten arkadaş gibiydiler. Bir yere gitmeden önce arayıp “kahve yap, geliyorum” dediğim insanlar. Şimdi hepsi geride kalacak. Yeni bir şehir, küçük bir şehir, soğuk bir şehir. Ve ben sıfırdan başlayacağım. Yeniden tanış, yeniden anlat kendini, yeniden yer edin… Düşünmesi bile yorucu. Hele sabahları… Zaten mutsuz uyanıyorum bir süredir, şimdi bir de pencerenin dışı bile yabancı olacak. Ve en garibi şu: İçimi dökünce “Aman boş ver, alışırsın” diyenler oluyor. Kusura bakmasınlar ama o “boş ver” lafı benim içimi daha da sıkıyor. Çünkü ben boş vermek istemiyorum. Bazen üzülmek istiyorum. Bazen de biri sadece “zor olmalı” des...

Biraz Büyük Değil mi?

Bugün bir şeyi çok düşündüm: Bir yaş farkı iki kişiyi değil de, dışarıdakileri neden bu kadar rahatsız eder? Yani birlikte yaşayanlar için sorun yokken, dışarıdan bakan neden midesi bulanacak kadar etkilenir? Biriyle tanışıyorlar. Mutlular. Sonra biri soruyor: “Kaç yaş büyük?” Ve işte o an başlıyor asıl ilişki: Toplumla olan. Ben de bazen biriyle ilgili böyle bir şey duyduğumda “Ay o kadar da yaş farkı olur mu?” diye geçiriyorum içimden. Bu düşünce, kendiliğinden geliyor. Belki öğretilmiş, belki yıllarca maruz kalınmış bir yargı. Sonra duruyorum. Çünkü aynı yaşta olup hiçbir anlam kuramayan çiftleri de gördüm. Aynı yıllarda doğup bambaşka dünyalara ait kalanları… Yine de mesele yaş farkı değilmiş gibi geliyor bana. Mesele, ne zaman kimin seveceğine hâlâ başkalarının karar vermeye çalışması. Erkek büyükse: “Kız olgun arıyor.” Kadın büyükse: “Erkek kesin çıkar peşinde.” İki tarafta da gönül yok, sadece açıklama var. Sanki insanlar aşkı yaşamıyor, analiz ediyor. Ve en komiği şu: Herkes iç...