Kayıtlar

Sanal zımbırtı

“Dış görünüşe aşırı önem verildiği bir dönemdeyiz, evet… ama neden hâlâ artarak devam eden şey sanal seks?” Her şey görsellik üzerine kurulu. Filtreler, pozlar, estetikler, oran-orantılar… Hepimiz “görünür” olma peşindeyiz. Ama işin tuhafı şu: İnsanlar artık dokunmadan, göz göze gelmeden, hatta gerçek bir fotoğraf bile paylaşmadan birbirine arzulanabilir hale geliyor. Garip mi? Belki. Ama aynı zamanda çok tanıdık. Çünkü sahaya çıkmadan yapılan bir idman gibi bu. Düşünsene, ruhların karşılıklı olarak birbirini hissederek yazıya döktüğü bir sevişme türü bu. Gerçeğinden uzun sürüyor bazen. Daha yoğun, daha kontrol edilebilir. Üstelik bol bol fantezi ve feyiz içeriyor. Neyin mümkün olduğunu, neyin sadece kafanda döndüğünü görüyorsun. Kimi için bir kaçış, kimi için bir deneyim, kimi için de bir özgürlük alanı. Belki de ilk kez biri tarafından sadece arzulanmak değil, “duyulmak” da hoşlarına gidiyor. Kontrol tamamen sende çünkü. İstediğin kadar yakınlaşıyor, istemediğinde kapatıyorsun ekranı...

Olmam Gereken Yer Neresi?

Ben kimim? Nasıl biriyim? İnsanlar nasıl? Biz niye varız? Bazen bu soruların cevabını arıyorum, bazen de pes ediyorum. Bulduğumu sandığımda ise aklıma bir soru daha geliyor: Ya bir gün aklımda sorular kalmazsa? Sanki o zaman eksilecekmişim gibi. Belki de bu yüzden hep bir “olmam gereken yer” arıyorum. Hayatta gözlerimi açtığım o ilk yer mi orası? Yoksa çocukken hayalini kurduğum süslü, masalsı yer mi? Biraz büyüyünce kafamda çizdiğim o “gerçek” mi? İlk kez aşık olduğumda, onunla gitmeyi hayal ettiğim o yer olabilir mi? Mesleğimi seçtiğimde kurduğum, kendimce sağlam sandığım o dünya mı? Yoksa evlenip bir aile kurduğumda, “tamam işte, artık geldim” dediğim yer mi? Ve tuhaf bir şekilde… Kafamın içinde hâlâ bir yere gideceğim, oraya ait olacağım ve orada sonsuza kadar mutlu yaşayacağım düşüncesi var. Bu yaşta bile. Bir yanım bu hayali bırakmak istemiyor; diğer yanım bunun gerçek olmadığını biliyor. Bu serüvende fark ettim ki hayata hep amaçlar koyuyoruz. Bir üniversite kazanmak, bir meslek...

Gitmek İstemediğim Bir Yere Doğru

Eşimin tayini çıktı, Ardahan’a gidiyoruz. Biliyorum, çok büyütülecek bir şey değilmiş gibi geliyor dışardan bakınca: “Ne var canım, sonuçta Türkiye’nin bir ili.” Ama içim içime sığmıyor desem yalan olur. Hani sevinçten değil… tam tersi. Ruhum daralıyor. Ben sosyal biriyim. Muhabbeti severim, insanla iyi anlaşırım. Burada ailem vardı öyle uzak değil, yakın aile. Hani gerçekten arkadaş gibiydiler. Bir yere gitmeden önce arayıp “kahve yap, geliyorum” dediğim insanlar. Şimdi hepsi geride kalacak. Yeni bir şehir, küçük bir şehir, soğuk bir şehir. Ve ben sıfırdan başlayacağım. Yeniden tanış, yeniden anlat kendini, yeniden yer edin… Düşünmesi bile yorucu. Hele sabahları… Zaten mutsuz uyanıyorum bir süredir, şimdi bir de pencerenin dışı bile yabancı olacak. Ve en garibi şu: İçimi dökünce “Aman boş ver, alışırsın” diyenler oluyor. Kusura bakmasınlar ama o “boş ver” lafı benim içimi daha da sıkıyor. Çünkü ben boş vermek istemiyorum. Bazen üzülmek istiyorum. Bazen de biri sadece “zor olmalı” des...

Biraz Büyük Değil mi?

Bugün bir şeyi çok düşündüm: Bir yaş farkı iki kişiyi değil de, dışarıdakileri neden bu kadar rahatsız eder? Yani birlikte yaşayanlar için sorun yokken, dışarıdan bakan neden midesi bulanacak kadar etkilenir? Biriyle tanışıyorlar. Mutlular. Sonra biri soruyor: “Kaç yaş büyük?” Ve işte o an başlıyor asıl ilişki: Toplumla olan. Ben de bazen biriyle ilgili böyle bir şey duyduğumda “Ay o kadar da yaş farkı olur mu?” diye geçiriyorum içimden. Bu düşünce, kendiliğinden geliyor. Belki öğretilmiş, belki yıllarca maruz kalınmış bir yargı. Sonra duruyorum. Çünkü aynı yaşta olup hiçbir anlam kuramayan çiftleri de gördüm. Aynı yıllarda doğup bambaşka dünyalara ait kalanları… Yine de mesele yaş farkı değilmiş gibi geliyor bana. Mesele, ne zaman kimin seveceğine hâlâ başkalarının karar vermeye çalışması. Erkek büyükse: “Kız olgun arıyor.” Kadın büyükse: “Erkek kesin çıkar peşinde.” İki tarafta da gönül yok, sadece açıklama var. Sanki insanlar aşkı yaşamıyor, analiz ediyor. Ve en komiği şu: Herkes iç...

Link var mı?” diyen toplumun Freud’a değil, aynaya ihtiyacı var

Bak şimdi, baştan anlaşalım: Porno dediğin şey zaten uzun zamandır vardı. Oyunculuğu kötü, senaryosu kötü ama işlevi net. Kameralar, ışıklar, “oh yes”’ler… Bir de bizim memlekette patlayan “Türk ifşa” var. O başka bir şey. Daha karanlık, daha “bizden”, daha mahalle içi. Porno bir sektör, ifşa bir merak. Porno sahne, ifşa mutfağın içi. Ve itiraf edelim: Biz çoğu zaman sahneyi değil, mutfağı izlemeyi seviyoruz. Yani “tanıdık bir şey” gördüğümüzde ekran başında daha çok kalıyoruz. Çünkü dürtü kalite aramıyor, dürtü tanıdık arıyor. Kızın arkasındaki halı bizim evdekine benziyorsa, o video daha çok izleniyor. Çocuğun sesi mahalledeki X’e benziyorsa, link gruplarda dönüyor. Ama burada mesele sadece izlemek değil. Asıl mesele şu: Porno seni izletiyor, ifşa seni içine çekiyor. Porno fantezi, ifşa “acaba bu bizim karşı komşu mu” dedirtiyor. Orda rıza var, burada gizlilik ihlali. Ama ilginçtir: Türk toplumu, ikincisini daha çok seviyor. Çünkü yasak olan, ulaşılmaz olan, gizli olan… hep daha caz...

Aşkın Ölümü Üzerine

Aşk öldü. Çocukken masallarda duyduğumuz, filmlerde izlediğimiz, şarkılarda dinlediğimiz şeyin aslında var olmadığını fark ettiğimizde öldü. Bir zamanlar dünyayı yerinden oynatabilecek kadar güçlü olduğuna inanıyorduk, ama meğer yerinden oynayan yalnızca bizim kalbimizmiş. Ne zaman öldüğünü tam olarak bilmiyoruz. Belki annemizin babamıza ya da babamızın annemize hiç âşık olmadığını fark ettiğimizde öldü. Belki ilkokulda yanımızdan geçen çocuğun gözlerimizin içi yerine yere baktığını anladığımızda. Belki de ilk aşkımızın, “Seni hiç unutmayacağım,” deyip arkasına bile bakmadan gittiği gün. Oysa biz aşkı ölümsüz sanmıştık, oysa biz aşkı bir varlık gibi görmüştük. Halbuki o, yalnızca biz inandığımız sürece var olan bir hayaldi. Nazım Hikmet’in dediği gibi: “En fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı…” Aşkın ölümü de belki bu kadar sürerdi, belki daha az. Ama biz onu kaybettiğimizde, onu sonsuza kadar özleyeceğimizi sandık. Sonra biraz daha büyüdük. Aşkın hep kazanacağını sandığı...

Türk Dizilerinde Seks: Ne Olduğunu Bilmiyoruz Ama Anlıyoruz

Türk dizilerinde seks diye bir şey yok. En azından gösterilmiyor. Ama varlığı inkar da edilmiyor, çünkü üç bölüm sonra “Hamileyim” sahnesiyle pat diye karşımıza çıkıyor.  Nasıl oldu, ne yaşandı, karakterler bile hatırlamıyor.  Biz zaten hiç bilmiyoruz çünkü tam o sırada  kamera penceredeki yağmura, şöminedeki alevlere ya da uçuşan perdeye kaydı. Gerçek dünyada böyle mi? Değil. Ama burası Türk dizisi evreni. Burada  öpüşmek = hamilelik, el ele tutuşmak = nişan, bakışmak = sonsuz sadakat. Peki, bu neden böyle? Sansür mü, Toplumsal Baskı mı, Alışkanlık mı? Sansür: RTÜK Abisi İzliyor Bu diziler televizyonda yayımlandığı için  RTÜK sürekli izliyor ve bir sınır koyuyor.  Açık sahneler yayınlanırsa ceza gelir, reklam gelirleri düşer, yapımcılar riske girmez. O yüzden de “göstererek anlatmak” yerine  ima ederek geçiştiriyorlar. Yani aslında dizilerde seksin olmaması,  karakterlerin ahlak anlayışıyla ilgili değil, tamamen kanalların para kaybetmek istememe...